Toprağı tanımayan geleceği inşa edemez
Bilge KEYKUBAT / Tarım ve Gıda Yazarı - Ziraat Mühendisi
Bir tohum yok olduğunda, sadece bir bitki değil, bir halkın hafızası da toprağa gömülür. Anadolu gibi binlerce yıllık tarımsal birikimi taşıyan coğrafyalarda tarım yalnızca bir üretim faaliyeti değil, kültürün, hafızanın daha doğrusu yaşamın ta kendisidir. Zeytin ağacının bin yıllık gövdesi, sadece gölge vermez; aşkları, küslükleri, birleşmeleri, doğumu, ölümü aslında hikâyeyi anlatır, tarihi taşır. Bu hikâyeler, bugün sadece sürdürülebilirlik değil, aynı zamanda kültürel bir miras olarak da karşımıza çıkıyor. ‘Toprağın Belleği’ sürdürülebilirliğin ve kültürel mirasın en güçlü dayanaklarından biridir.
Ancak bu belleğin üstü hızla örtülüyor. Küresel iklim krizi, endüstriyel tarımın baskısı ve ekonomik dar boğazlar yalnızca biyoçeşitliliği değil, aynı zamanda yemek kültürümüzü de tehdit ediyor. Artık soframıza gelen her lokma, sadece gıdanın değil, bir geçmişin kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kalan hafızasının da temsilcisi.
Bir ülkenin mutfak kültürü, onun toprağında yükselir, onun tarımsal mirasıyla yoğurulur. Bu nedenle sürdürülebilir tarım sadece çevresel ya da ekonomik değil; aynı zamanda bir kültür politikasıdır. Tarım ve gastronomi bu açıdan sadece üretim ve tüketim süreçlerinin değil, aynı zamanda bir halkın kimliğini koruma ve geleceğe taşıma mücadelesinin araçlarıdır.
Tarımsal belleğin hafıza taşları
Zeytin, incir, üzüm, buğday, susam... Bu ürünler, Anadolu'nun tarımsal belleğinin en temel hafıza taşlarıdır. Her biri bir ritüel, bir mevsim, bir toplumsal yaşam örgüsüyle birlikte varlık bulur. Efes'te amforalara konulan zeytinyağından Urla'da geleneksel bağbozumuna, Bornova’da üretilen buğdaydan yapılan ekmeklere basılan ekmek mührüne kadar uzanan bu örnekler, gastronomiyle sadece tat değil, kimlik de inşa eder. Gastronominin yalnızca damakta değil toplumun belleğinde de iz bıraktığını gösterir. Tüm bunlar tarımsal hafızanın ve tabii ki de sofra direnişinin önemini ortaya koyar. Ancak bu hafıza, endüstriyel tarımın standardizasyon baskısı altında giderek silinmekte. Ata tohumları yok olmakta, yerel çeşitler pazardan silinmekte, köylüler geleneksel bilgilerini aktaracak kuşaklar bulamamakta. Gastronominin ticarileşmesi, ‘lezzet’ kavramının arkasından gelen bu bilgi ve anlam derinliğini de tehdit etmekte.
Bu noktada, coğrafi işaretler, Slow Food hareketi, yerel gıda toplulukları, kooperatifler gibi yapılar ve gastronomi festivalleri kültürel mirasın yaşatılmasında çıkış yolları sunuyor.
Özellikle şeflerin bu mirasa sahip çıkması, tarımsal bilginin yeniden gastronomik dilde yorumlanmasını sağlıyor. Şefler, yerel üreticiyle doğrudan temas kurarak yalnızca malzeme değil, aynı zamanda bilgi, hafıza ve duyarlılığı da devralıyor. Yerel sofralar artık yalnızca yemek yenilen değil; direniş sergilenen, kültürün savunulduğu alanlara dönüşüyor. Bu hareketi yemeğin tarla ile olan bağını kökten kuran bir bilinçlenme hareketi olarak düşünebiliriz.
Bir yemeğin tarifinden çok, hangi toprakta, kim tarafından, hangi suyla ve hangi inançla üretildiği belirler onun gerçek tadını.
Tarım sadece bugünü değil, geleceği de besler. Geleceği topraktan kuracağımızı hiç akıldan çıkarmamamız gerekli. Ancak bu gelecek, sadece teknolojiyle değil; köklerle de beslenmelidir.
Kültürel mirasın sürdürülebilir tarım ve gastronomiyle korunabilmesi için; ata tohumların tespiti ve koruma altına alınması, tarım ürünlerinin gastronomik değerlerini anlatan belgesel ve yayınlar ve kampanyalar hazırlanması, coğrafi işaretli ürünlerin görünürlüğünün artırılması için çalışmalar yapılması, genç çiftçilerin kültürel tarım uygulamaları konusunda desteklenmesi, yerel üreticilerle şeflerin buluşturulması ve birlikte çalışmalarının teşvik edilmesi, yerel pazarların ve kooperatiflerin desteklenmesi, UNESCO miras listesine giren tarımsal geleneklerin sahiplenilmesi, kamu politikalarının kültürel miras, tarım ve gıda güvenliğini birlikte ele alması önemli.
Toprak, yalnızca bir üretim aracı değil; kültürün, kimliğin, belleğin ve geleceğin evidir. Tarım, geçmişin izlerini geleceğe taşımaktır.
Yalnızca doymak için değil, kim olduğumuzu hatırlamak için de yememiz gerektiğini hiç akıldan çıkarmamalıyız. Bu nedenle de kültürel mirası, sadece korumayıp yaşatmak için sofralarımızdan da eksik etmememiz gerekiyor.
Bugün attığımız her adım, toprağın yarınki hikâyesini yazıyor. Bir tencere nohut yemeği, sadece protein değil; bir göçün, bir iklimin, bir kadının el emeğinin ifadesidir. Bu nedenle tarım ve gastronomi, yalnızca üretim ve tüketim değil; bir milletin kendini yeniden tanımlama biçimidir.
Her lokma, geçmişin sesi ve geleceğin vicdanıdır
UNESCO tarafından Somut Olmayan Kültürel Miras kapsamında değerlendirilen gastronomi şehirleri gibi örnekler, bu bilincin uluslararası düzeyde de nasıl yankı bulduğunu gösteriyor. Türkiye de bu zenginliğiyle sadece tarım ülkesi değil; aynı zamanda bir kültür ve lezzet medeniyetidir.
Sürdürülebilirlik, ancak geçmişle bağ kurularak mümkündür. Çünkü toprağı tanımayan, geleceği inşa edemez.