Alınan ekonomik ve parasal önlemler ne kadar etkili? İkna gücü kaybolursa…
“Mucize Doktor”un gerçek yüzü ve Türkiye’deki iktidarın ikna krizi üzerine...
2011 yılında İsveç’in Karolinska Enstitüsü’nde tarihe geçecek bir operasyon gerçekleştirildi: ilk yapay soluk borusu nakli. Cerrah Paolo Macchiarini bir anda bilim dünyasının yıldızı oldu. Karizmatik duruşu, parlak özgeçmişi, etkileyici sunumlarıyla yalnızca hastaları değil, tüm küresel kamuoyunu etkisi altına aldı.
Ancak kısa süre içinde operasyonlar sonrası ortaya çıkan komplikasyonlar, ölümler ve sahte veriler zinciri Macchiarini’nin yalnızca bir cerrah değil, aynı zamanda bir manipülasyon ustası olduğunu ortaya koydu. İsveçli gazeteci Bosse Lindquist’in “Experimenten” adlı belgeseliyle kamuoyuna yansıyan bu büyük sahtekârlık, güvenin nasıl inşa edilip nasıl yıkıldığını çarpıcı biçimde gösterdi.
“İkna edilmek” psikolojik olarak bir bilişsel ve duygusal etkileşim sürecidir. Başka bir ifadeyle: İkna edilmek, bireyin kendi düşünce, tutum veya davranışını, başkalarının sunduğu mesajlar karşısında içsel bir değişimle yeniden yapılandırmasıdır. Robert B. Cialdini'nin İknanın Psikolojisi kitabı bu kavramı anlamak için oldukça önemli bir kaynaktır. Bu kitapta ikna psikolojisi altı temel ilke ile ele alınır. Bu ilkelerden birisi de yukarıda bahsedilen gerçek olaydaki gibi “Otorite”dir. İnsanlar, bilgili ya da güçlü görünen otoritelere itaat etme eğilimindedir. Beyaz önlük giymiş bir kişinin sağlıkla ilgili tavsiyesi, aynı bilgiyi sıradan bir kişiden almanıza göre daha ikna edici olabilir. Kültürel olarak, uzmanlara ve liderlere güvenmeyi öğreniriz ve açıklamaları ışığında ikna oluruz.
Bugün Türkiye’de yaşanan ekonomik ve siyasal atmosfer, Macchiarini’nin hikayesine benzer bir kırılma yaşıyor. Gücünü iknadan değil, yönetim yetisinden alan bir otorite modeli, artık toplumsal rıza üretmekte zorlanıyor. Çünkü gerçekler ile söylemler arasındaki uçurum her geçen gün daha da büyüyor.
Ekonomik modelin çöküşü: “Faiz sebep” teorisi ve gerçekler
2021 sonrası dönemde epistemolojik kopuşla uygulamaya konulan “heterodoks” ekonomik modelin merkezinde “faiz sebep, enflasyon sonuçtur” söylemi yer alıyordu. Bu iddia, hiçbir ciddi iktisat okulunun kabul etmediği, ama siyasal retorik üzerinden “mutlak doğru” gibi dayatılan bir slogana dönüştü.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dini ve siyasi referanslarıyla desteklenen bu söylem, halk nezdinde bir tür “otorite argümanı” olarak sunuldu. Ancak zaman ilerledikçe bu modelin etkileri ağırlaştı:
-TÜİK verilerine göre yıllık enflasyon Ekim 2022’de %85’lere, İstanbul Ticaret Odasına İTO’ya göre %108.7’e ulaştı. TUİK ve İTO’nun yıllık fiyat artışları arasındaki fark hala rekor düzeylerini koruyor.
-TL’nin değeri hızla düştü; döviz kurları çift haneye demir attı.
-Kur Korumalı Mevduat gibi geçici çözümler kamu maliyesine ağır yükler bindirdi.
-Ücretlilerin alım gücü düştü, orta sınıf erozyona uğradı.
-Cumhuriyet tarihnin en büyük servet transferine şahit olduk
İktidar bu noktada en ağır darbeyi logos yani akıl ve mantık düzleminde aldı. Vatandaş kendi cebine, pazara, kiraya, faturaya baktığında gördüğü resmi büyüme ve başarı söylemleriyle kendi deneyimi arasında ciddi bir çelişki yaşamaya başladı.
TCMB’nin son hamlesi: Politika değil, çıkar çatışması üretiyor
Cumartesi sabahına Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) aldığı makro ihtiyati tedbir kararları ile uyandık. Bu kararların detayı bir çok mecrada yazıldığı çizildiği için bu yazıda bu detaylara girmeyeceğim. Alınan kararların temel amacı, yerli yatırımcının dövizden TL mevduatına geçişini teşvik etmekti. Bu kapsamda, bankaların döviz mevduatı tutma maliyetleri artırıldı ve Merkez Bankası rezervlerine katkı sağlamak amacıyla ihracatçılardan alınan döviz satış yükümlülüğü tekrar %35’e çıkarıldı.Hemen vurgulamak gerekir ki bu tür önlemler, yapısal bir güven sorununun yerine geçemez.
Neden mi?
Çünkü vatandaş dövizi yalnızca getiri için değil, ekonomik öngörülemezliğe karşı bir korunma aracı olarak tutuyor. TL’nin geleceğine ve Merkez Bankası’nın istikrar sağlama kapasitesinin oldukça sınırlı olması, makroihtiyati zorlamalarla davranışsal değişim yaratmıyor.
Üstelik burada ciddi bir çıkar çatışması oluşuyor:
-TCMB, bankaları döviz mevduatı toplamaktan caydırmak istiyor.
-Vatandaş ise güvenli liman olarak dövizi tercih ediyor.
Kasabın et, koyunun can derdinde olduğu bu tablo, yalnızca teknik bir uyumsuzluk değil; devlet ile birey arasında kopan güven sözleşmesinin yansıması. Para politikası ile yurttaş davranışı taban tabana zıt yönlerde ilerliyor. Bu da iktidarın ekonomik alanda ikna gücünü yitirdiğini teyit eden bir başka somut gösterge.
Duygular üzerinden yaratılan etki de tükeniyor
İknanın Psikolojisi adlı kitabın yazarı Robert Cialdini’ye göre ikna yalnızca akılla değil, duygularla da sağlanır. İktidar uzun yıllar boyunca şu duyguları kullanarak toplumsal destek inşa etti:
-Dış tehdit korkusu: “üst akıl”, “faiz lobisi”, “Batı karşıtlığı”
-Milli gurur: “büyük Türkiye”, “yerli ve milli üretim”
-Dini aidiyet: “kader birliği”, “ümmet vurgusu”
Ancak ekonomik çöküş bu duygusal zemini de aşındırdı. Çünkü gerçek ihtiyaçlar —gıda, barınma, sağlık, eğitim— artık soyut aidiyet duygularından daha baskın hale geldi. Market raflarındaki zamlar, kira fiyatları ve geçim derdi, vatandaşın duygusal motivasyonlarını bastırdı.
Ethos’un (Güven) yitimi ve otoritenin aşınması
Cialdini’nin “otorite ilkesi” şunu söyler: insanlar uzmanlığa, bilgiye ve karizmaya sahip otoritelere uyarlar. Ancak bu otoritenin sürdürülebilir olması için tutarlılık şarttır.
İktidarın “faiz düşmeli” dedikten sonra faizleri %50’ye çıkarması, “TL’ye güvenin” çağrısı yaparken TCMB’nin ihracatçıyı dövizini bozdurmaya zorlaması ve sürekli yapılan düzenlemelerle döviz tutmaktan caydırmaya yöneltmesi bu tutarlılığı ortadan kaldırdı.
Bugün vatandaş için artık şu soru öne çıkıyor:
“Eğer otorite söylediklerini uygulamıyor, her adımı çelişkiliyse; o artık ikna edemez. Sadece baskı ile yönetir.”
Alternatif Otoritelerin Yükselişi ve Meşruiyetin Erozyonu
İktidarın güven kaybı, yeni bilgi otoritelerinin doğmasına neden oldu. Yurttaş artık resmi açıklamalardan çok:
-Bağımsız ekonomistleri,
-Sosyal medya uzmanlarını,
-Sokak röportajlarını
daha fazla dikkate alıyor. Bu durum, yalnızca bir algı değişimi değil; devletin bilgi üretme ve yönlendirme kapasitesinin aşındığını gösteriyor.
Yönetmek yetmiyor, ikna etmek de gerek
Bugün Türkiye’de insanlar yalnızca yönetilmiyor; “idare ediliyor”. Aradaki fark derin:
-Yönetim: rıza üretir.
-İdare: geçici ve güvensiz tahammül üretir.
İktidar artık sadece ekonomik bir krizin değil, bir ikna krizinin ortasında. Ne ethos (güven), ne logos (mantık), ne de pathos (duygu) onun yanında.
Karşısında yalnızca muhalefet değil; bir inançsızlık duvarı var. Ve bu duvarı aşmanın yolu artık baskı değil; yeniden inşa edilen bir güven diliyle mümkün. O da bu saatten sonra mümkün mü? Oldukça şüpheli..